14 Mart 2012 Çarşamba

Grupo Modelo - Corona Beer

"Meksikalı Yerel Oyuncudan, Küresel Bir Markaya.."(2010 yılı MBA case analiz çalışması)
CORONA
View more PowerPoint from Canan Ozturk

30 Ocak 2012 Pazartesi

"Gençliğe Hitabe" Kaldırılmamalıdır

Atatürk'ün Türk Gençliğine Hitabesi, Mustafa Kemal Atatürk tarafından 20 Ekim 1927 tarihinde Nutuk'un sonunda Türk Gençliği'ne yönelik yaptığı konuşmadır.



Son günlerde Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Atamız, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e ve onun Türk Milleti'ne ve Türk Gençliği'ne emanet ettiği değerlere; daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti'nin temel değerlerine birileri tarafından alenen sistematik bir saldırı düzenleniyor. Demokrat olduğunu söyleyen bir kesim kamuoyu tarafından da bu saldırılar destek görüyor.

Bu sistematik saldırı, çok yönlü bir saldırı olarak karşımıza çıkıyor. Bir taraftan birileri "aslında öyle değil, böyle.." diyerek tarihimizi yeniden yazmaya, gerçekleri değiştirip bir takım anı defterleri veya belgelerden işlerine gelen bölümleri seçerek yalanlarını buralara dayandırıp, kurguladıkları bir tarihi bizlere ve yeni nesillere dayatmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan da Türkiye Cumhuriyeti'ni "karış karış düşman işgalinden kurtararak" kurmuş olan Atatürk'ün getirdiği yenilikleri, tecrübe ve bilgilerini aktardığı mirasları değiştirerek veya kaldırarak temelleri sarsılmış, yamalı ve eksik bir devlet ortaya çıkarmak istiyorlar. Bunları yaparken de toplumu kutuplaştırmayı ihmal etmeyip, bir kesimi bilinçsizce Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı; bir kesimi de Osmanlı ve İslamiyet karşıtı bir tarafta yer almaya zorluyorlar. 
Oysa ki bunların her biri birbirini tamamlayan, Türkiye Cumhuriyeti'nin öz değerleri; sacayaklarıdır.

Geçmişini, atalarını, kültürünü ve varlık mücadelesini bilmeyen, milli-manevi ortak değerlerini, öz miraslarını koruyamayan ve bunları yitiren toplumlar zaman içerisinde erimeye ve yok olmaya mahkumdurlar. Tarihe baktığımızda bu şekilde bir çok devletin yok olduğunu, milletlerin de eriyip gittiğini görebiliriz. Bu örnekler arasında bir çok Türk devleti ve hatta Osmanlı İmparatorluğu da vardır.

Ama aksine bu değerleri koruyan, geçmişine tutunan, atalarının miraslarına sahip çıkan devletler ise binlerce yıldır hiç yıkılmadan, en güçsüz zamanlarında bile dağılmadan ayakta kalmış; kısa sürede kendilerini toparlayıp, daha da güçlenerek dünya arenasında yerlerini hep sağlam tutmuşlardır. Buna en iyi örnek Çin'dir.

Bugün, gazetenin birinde bir köşe yazarı, "Gençliğe Hitabe kaldırılmalı" demiş ve bu "yaşanan tecrübeler ışığında bir öngörü olan; gelecek nesillere uyarı ve miras niteliğindeki" metni tutarsızca eleştirmiş.

Ben de, Atamızın hitaben seslendiği Türk Gençliği'nin bir üyesi olarak, bu köşe yazarına cevap verme sorumluluğunu hissettim. Çünkü bu şahsın, Türk Gençliği'ni temsil edebilecek, bu mirası eleştirip kaldırılmasını isteyebilecek bir şahıs olduğunu düşünmüyorum...


Şahıs demiş ki: Gençliğe hitabe, gençlere anlayış, empati, hoşgörü, farklılıklara saygı, özeleştiri gibi evrensel demokratik değerleri tavsiye eden bir metin değil.
Bütün metinlerde bu bahsi geçen mesajların verilmesi gerekliliği olmadığı gibi bu metnin amacı da içinde bulunulan, içinden geçilen durumlar ışığında büyük bir devlet adamının daha da önemlisi bir devletin kurucusunun kurduğu devleti emanet ettiği gençliğe seslendiği, içinden geçilmesi muhtemel durumlar karşısında bir uyarı ve motivasyon metnidir. Eğer ki, anlayış, empati, hoşgörü, saygı gibi cümleler arıyorsanız Atamızın bu konulardaki sözlerini okuyabilirsiniz. (google'da bile aratsanız bulursunuz)


Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.”

Şahıs, “senin birinci görevin budur” diye kollektif bir misyon biçilmesinden rahatsızlığını dile getirmiş, herkesin bağımsızlığı birinci vazife edinme zorunluluğu yoktur demiş. E zaten öyle.. Herkes ülkenin bağımsızlığını kendine birinci görev olarak görmüyor, görmeyene de ceza falan verilmiyor. Mesela yazarın kendisine göre bambaşka birincil görevleri var, yazılarının ve yayınlarının çoğunu kendisine verilen bu görevleri yerine getirmek için hazırlıyor. Atamız, ülkeyi emanet ettiği gençliğe, onu koruma ve kollama görevini vermiş; isteyen bu görevi yerine getirir, istemeyen getirmez. Demek ki burada bir sorun yokmuş.


İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır.”

Hitabede iç ve dış düşmanlara vurgu yapılmasından şahıs rahatsızmış. Komşularla sıfır sorun politikası ile örtüşmediğini belirtmiş. Biz, Atamızın da deyimiyle "yurtta sulh, cihanda sulh" isteyen bir millet olmakla birlikte, sınırlarımızdan veya daha uzaklardan gelebilecek her türlü tehdit ve düşmanlığa karşı dikkatli ve hazırlıklı olmak zorundayız. Atamız o günün koşullarına da dikkat çekerek, bu günleri ve daha da uzak geleceği görüp uyarabilirken, sanırım yazar nasıl bir coğrafyada yaşadığının bile şuurunda değil. 
Bir de iç düşmanlar uyarılarının darbelere zemin hazırladığı iddiasını ortaya atmış ki, bu çok saygısızca istismarına kısaca şöyle cevap vermek istiyorum: Bir anne düşünün, binbir zorlukla bir çocuğu dünyaya getiriyor ve o daha çok küçükken vefat ediyor. Vefat ederken de bu çocuğu emanet ediyor. Allah aşkına hangi anne çocuğunu emanet ederken gerektiğinde dövün, vurun, paralayın, sakatlayın der? Ya da bunu ister? Bilmem anlatabildim mi?


 Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” sözü çok ağır gelmiş şahısa, bunu ırkçılık olarak değerlendiriyor. 
Şahısa öncelikli tavsiyem Türk tarihini biraz araştırıp, okumasıdır. Buradaki motivasyonu, tarih vurgusunu göremiyor ve bu cümleyi vahim olarak değerlendiriyorsa; ya çok eski geçmişten bugüne kadar uzanan Türk milletiyle bir sıkıntısı vardır ya da geçmişten bugüne uzanan Türk milleti kavramının birleştirici, bütünleştirici, ayrılıkçılıktan uzak bir kimlik olduğunu bilemiyordur.


Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi, geçmişten bugüne mesajlar taşıyan,  çok büyük bir devlet adamının tecrübeleri ve engin bilgileri ışığında, savaşarak kazandığı topraklar üzerine kurduğu devletini emanet ettiği gençliğine bir nevi mektubudur. Bu metin dersliklerden ve kitaplardan asla kaldırılmamalı, miraslar unutturulmamalı; aksine daha iyi öğrenilip, kavranmalıdır.

Şimdi bir kez daha, iyi anlayarak Atamızın Gençliğe Hitabesini okuyalım:


17 Ocak 2012 Salı

Gençlerin ve Çocukların Bayramları

Birkaç gün önce, Milli Eğitim Bakanlığı'ndan il milli eğitim müdürlüklerine gönderilen bir yazı bir anda gündemi sarstı, kafaları karıştırdı. Bu resmi yazıya göre, artık 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'nın sadece Ankara'da stadyumda; diğer tüm illerde ise okullarda kutlanacağı belirtiliyordu. Bu haberin ardından, başta sosyal medya olmak üzere, bir anda ortalık hareketlendi, tepkiler ardı ardına geldi; kimileri endişelerini, kimileri ise desteklerini dile getirdi. Bunun üstüne bazı yetkililer açıklama yaptılar, ama belli ki henüz bayramlarımızın nasıl kutlanacağı netleşmemiş, sadece nasıl olmaması gerektiği görüşülmüştü..



Tartışmalar hala devam ediyor, ne olduğunu bilen/bilmeyen çok kişiler konuşuyor. Bazıları bu kararın iptali için Danıştay'a dava bile açtı. Ortada ise merak edilen bir gerçek var: bundan sonra milli bayramlarımız nasıl olacak?

Beni de son derece ilgilendiren bu konu hakkında, naçizane fikirlerimi yazmak istedim.



23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı, 30 Ağustos Zafer Bayramı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı; bunlar Türkiye Cumhuriyeti'nin en kıymetli, en mutlu, en kutlu günleridir. Çünkü bu günler, Türk Milleti'nin ve onun devletinin varlığını, varlık mücadelesini, tarihini, şanını, milli değerlerini andığı; bunlarla gurur duyduğu, çocuklarına öğrettiği ve yeni nesillere aktardığı günlerdir. Adı üstünde bayramdır, şenliktir.. Ama zamanla siyasi iktidarların uyguladıkları politikalarla değişimlere uğramıştır ve biraz amacından sapmıştır. 

Özellikle gençlerin ve çocukların bayramı olan 23 Nisan ve 19 Mayıs'ı ele alırsak, uzun süredir uygulanagelmiş halleriyle; resmi geçit törenleri, öğrencilerin belli bazı koreografiler dahilinde stadyumlarda yaptığı gösteriler, danslar, halk oyunları, şiirler ve müzikler eşliğinde kutlanmaktadır. Ama bu sistemde bayramın esas sahipleri olan çocuklar ve gençler bayramın tadını yeterince alamamakta, şenliğini yaşayamamakta, bilincine varamamaktadır. Gerçek şu ki; bir değişim gereklidir, ama kesinlikle ve kesinlikle bu bayramlar ihmal edilmemeli, önemsizleştirilmemeli ve unutulmamalıdır. Aksine güncelleştirilmeli, modernleştirilmeli, geliştirilmeli; etkinleştirilip, yaygınlaştırılmalı ve çok daha coşkulu kutlanmalıdır.

Peki nasıl olmalıdır?

Bence şöyle olmalıdır:

Her okuldan seçilen öğrencilerle il ve ilçe genellerinde komiteler kurulmalıdır, bu öğrenciler kendi okullarındaki arkadaşlarından da aldıkları öneri ve istekler doğrultusunda, her bayram için 1 haftalık bir etkinlik programı hazırlamalıdırlar. Öğretmenlerin, (milli eğitim müdürlüğü, gençlik ve spor il müdürlüğü, valilik, belediye gibi) kamu kuruluşlarının ve hatta STK'ların da desteğiyle hazırlanan etkinlik programı organize edilmelidir. Sorumluluk ise Gençlik ve Spor Bakanlığı'nda olmalıdır. Bu etkinlik programlarında profesyonel ve amatör genç grupların konserleri; dans ve folklor gösterileri; özellikle cumhuriyet tarihi ve milli mücadele yıllarının anlatıldığı bunun yanı sıra da Osmanlı ve daha eski Türk tarihinin anlatıldığı paneller, belgesel ve film gösterimleri; resim yarışmaları ve sergileri; spor müsabakaları, yarışma oyunları; geleneksel ve modern sokak tiyatroları.... v.b. sanatsal, sosyal ve sportif etkinlikler ile elbette sokaklarda kortej ve fener alayı (ama askeri nizamda değil) yer almalıdır. Hatta bu programlar, uluslararasılaştırılmalı, diğer ülkelerden de misafir gençler dahil edilmelidir. Yani bu kutlamalar tam anlamıyla şenlik tadında olmalı, gençler hem eğlenmeli hem öğrenmelidirler. Kültürel erozyona uğramış, asimile olmaya yüz tutmuş, tarihini, atasını tanımayan, ülkesine sahip çıkmayan bir gençlik yaratılmasının da önüne geçilmelidir. Ayrıca böylesi organizayonlarla, gençlerin sanatsal, sosyal ve sportif ilgilerinin artmasına ve bu aktivitelere yönelmelerine ortam verilmiş olacaktır. Bayram neşesi vatanın dört bir yanına yayılacak, 7'den 70'e herkes bu coşkuya ortak olabilecektir. Gereksiz, kasıntı ve soğuk protokol düzeni veya programı da olmamalıdır. Devlet erkanı, yöneticiler ve milletin temsilcileri mümkün olduğunca halkla iç içe olmalıdır.

Bunların hiçbiri yepyeni, hiç uygulanmamış fikirler değildir; bir çok belediyenin halihazırda bunlardan bazılarını yaptığını biliyoruz. Ama önemli olan bunların yerelde geniş çaplı, büyük bir organizasyon çatısında birleşmesi ve bu organizasyonun planını gençlerin yapmasıdır.

Unutmayalım ki, bu bayramlar gençlerin ve çocukların bayramlarıdır. Diledikleri gibi kutlamak, eğlenmek ve bunun yanı sıra geçmişini öğrenmek, o günleri anlamak onların hakkıdır. Beş dakikalığına makam koltuklarına çocukları oturtmak onlara bu ülkede söz sahibi olma haklarını kullanma özgürlüğünü vermez. Bırakalım komitelerini kendileri seçsinler ve yönetsinler, organizasyonlarını kendileri yapsınlar ki küçük yaşta hem sorumluluk almayı, hem söz sahibi olmayı hem de demokrasiyi yaşayarak öğrensinler.


27 Ekim 2011 Perşembe

Bu Kutu Senin İçin Sevgili Küçüğüm

Van’da 23 Ekim 2011 tarihinde meydana gelen deprem, Türk Milleti’nin yüreğini sarstı, içini sızlattı...


Vicdan, kardeşlik, paylaşma ve yardımlaşma gibi insani duyguların, kötü günde birbirine kenetlenen, kocaman yürekli insanların vatanı Türkiye, depremin hemen ardından seferber oldu, herkes elinden geldiğince Van’a yardıma koştu, büyük millet olmanın ne olduğunu tüm cihana gösterdi. Ve bütün bunlar her geçen dakika çığ gibi büyüyerek devam ediyor...

Hepimiz bu acıyı hafifletmek için bir şeylerin ucundan tutmaya çalışıyor, deprem bölgesindeki kardeşlerimizin acılarını paylaşmaya; karda, kışta, soğukta biçare kalmamalarına uğraşıyoruz. 


Ancak ben, çok hassas bir noktaya, geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklara dikkat çekmek istiyorum. Her felakette olduğu gibi depremden de en çok çocuklar etkileniyor, psikolojik olarak büyük zarar görüyor. Bu nedenle özellikle onların acılarına ortak olabilmek, bir anda kararan hayatlarına ışık tutabilmek, yüzlerini güldürebilmek, umutlarını perçinleyebilmek  adına maddinin yanı sıra manevi de bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorum.

Bu düşünceyle yola çıkarak, hiç  görmeden ve tanımadan sevdiğim, rastgele seçilmiş Vanlı bir kardeşime verilmesi için bir kutu hazırlamaya karar verdim.


Kendime hedef kitle olarak 10-12 yaşlarında kız çocuklarını seçtim. Kutunun içinde "ona özel" kışlık giyisi, çorap, mont, eldiven, bere, kendi elimle ördüğüm bir atkı, birkaç kitap, kalem, defter, diş fırçası-diş macunu, ıslak-kuru mendil, tarak, toka, şirin aksesuarlar, oyun-oyuncak, hediyelikler, sembolik bir cep harçlığı, hatta çikolata, bisküvi, şeker..v.b. şeyler olacak. 


Özetle, "küçük bir kız çocuğunu" mutlu edebilecek ufak ufak ayrıntılar ve her hediyeye iliştirilmiş kısa kısa ama anlamlı notlar ile birlikte sevgimi koyuyorum kutunun içine. Ayrıca, o da paylaşarak mutlu olsun ve bu güzel duyguyu orada yaşayabilsin diye kendisinin de başkalarına verebileceği birkaç hediye ekleyeceğim.. Mesela annesine verebileceği bir yazma(eşarp), kardeşine verebileceği bir boyama kitabı, arkadaşına verebileceği bir bileklik gibi..


Ben onu bilmeyeceğim, o da beni sadece Ankara’dan ona yüreğini açmış Canan Abla’sı olarak bilecek. Ama inanıyorum ki, o küçük kardeşimin hayatına sıcacık dokunacağım; belki bir umut olacağım, belki hayatı boyunca unutmayacağı bir anı...




Kutunun üzerine "sadece 10-12 yaşlarında rastgele bir kız çocuğuna verilmek üzere hazırlanmıştır" diye notumu yazıp göndereceğim ve umut edeceğim doğru şekilde, doğru hedefe ulaştırılması için..




10 Haziran 2011 Cuma

Sosyal Paylaşım Sitelerine Giriş Sınavı (SPSGS)


Günümüzün okumayan, araştırmayan, sorgulamayan ama bir o kadar da trendlerden haberdar olan gençliği maalesef sosyal paylaşım sitelerinde sosyal paylaşım katliamı yapıyor. Bilgi kirliliğine ve gereksiz kalabalığa yol açan bu kitle, önemi her geçen gün artan sosyal paylaşım sitelerinin amacından sapmasına, bilinçli kullanıcıların çileden çıkmasına ve bu mecralardan uzaklaşmasına sebep oluyor.

Örneğin, kullanıcısı her geçen gün hızla artan ve yaygınlaşan Twitter'ı ele alalım. Bu sitede "trends (gündem)" diye bir bölüm vardır, bilindiği gibi burada hakkında en çok konuşulan (tweetlenen) anahtar kelimeler sıralanır.  Bizler, malum Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyoruz ve bu ülkede gündem çok hızlı değişir. Sadece bir gün içerisinde bile çok önemli bir çok olay art arda yaşanabilir ve bu durum da insanlar tarafından çok doğal karşılanır. Twitter doğru kullanıldığı vakit, çok hızlı bir haber kaynağı, etkili bir örgütlenme aracıdır. Bu bağlamda, Türkiye'de ve dünyada yaşanan gelişmeler anında twitter'a düşer (twitter ağzıyla) ve hemen hakkında konuşulmaya başlanır. Ancak bu, yukarıda bahsettiğim okumayan, araştırmayan, sorgulamayan birtakım sosyal paylaşımcılar, her zaman içerik hakkında net bilgi vermeyen dikkat çekme amacıyla yazılmış haber başlıklarını görür görmez, içeriğine bakmadan, bilgi sahibi olmadan; fikir sahibi olurlar ve hemen konu hakkında konuşmaya başlarlar. Daha vahimi, haber kaynaklarını takip etmeye tenezzül bile etmeyen kara cahil sosyal paylaşımcılar da vardır. Bunlar ise, sadece haber başlığını okuyup konu hakkında ahkam kesen diğer sosyal paylaşımcıların yazdıklarını referans alarak, konunun erbabı edasıyla daha ateşli yorumlar yapmaya başlarlar. Sonrası müthiş bir bilgi kirliliği ve sosyal paylaşım katliamıdır.. Aralardan doğru bilgi içeren tweetleri ve mantıklı yorumları ayıkla ayıklayabilirsen ya da çileden çık, kapat git twitter'ı...

Bir de bizim Türkiye'de siyaset çok hararetlidir. Hem vatandaş hem de siyasetçiler çok heyecanlıdırlar, deli doludurlar. Hele ki şu anda da içinde bulunduğumuz seçim dönemlerinde ortalık yangın yeri gibidir. Herkesin öyle ya da böyle bir siyasi tercihi ve görüşü olduğu gibi birçokları bunu şuurlu veya şuursuz savunmaya, empoze etmeye bayılırlar, kendilerine görev sayarlar. Bunlar için, kendini dahil ettiği grubun rakiplerine karşı büyük bir nefretle saldırmak adeta delikanlılıktır(!?). Sosyal paylaşım siteleri de bu delikanlılık(!?) yapan klavyeşörlerin rahat rahat atıp tutabileceği, kaçak güreşebileceği yegane mecralardandır. Karşı tarafı düşman, öcü, pis, kaka gördüğü için bu bilinçsiz klavyeşörler, karşı tarafın savunduğu her fikre küfür etmeyi boyunlarının borcu bilirler. Ancak bir sorun vardır bazılarında, küfür ettikleri fikirlerin ne olduğunu, neyi savunduğunu, anlamını falan hiç bilmezler, merak da edip araştırmazlar; sadece saldırırlar... Hatta kendilerini dahil ettikleri grubun fikirlerini, savunularını bile bildikleri şüphelidir.

Mesela, muhafazakar gruba kendini dahil eden biri çıkıp cumhuriyete ve cumhuriyetin kurucularına küfür edebilmektedir. Ama düşünmez veya bilmez aslında cumhuriyet rejimi içinde ve onun olanaklarıyla yaşadığını... Acaba kendisi oligarşiyi mi istiyordur da cumhuriyete küfür ediyordur? Ya da cumhuriyet ne, oligarşi ne biliyor mudur da konuşuyordur? Hatta acaba kendisini dahil ettiği grup cumhuriyete karşı mıdır da, o da ona istinaden cumhuriyete küfür ediyordur? Alakası yok! Diğer taraftan düşünelim; kendisini sosyal demokrat gruba dahil etmiş birisi de kalkıp dine küfür edebilmektedir. Aslında kendisi ve ailesi de o dine mensuptur ama zamanla, karşıt olduğu gruptan ötürü protest bir zihniyete sahip olmuştur. Mensubu olduğu dini, karşıt olduğu grubun bir fikriymişcesine indirgeyip, aşağılayabilmekte, düşmanlık besleyebilmektedir. Merak edip araştırmaz, okumaz aslında dininin ne anlattığını, siyasete malzeme edilenle alakası olmadığını... Bu örnekleri her türlü grup gönüllülerine uyarlayabiliriz.

İşte bu bilinçsiz klavyeşörler, sürekli internet başındadırlar ama bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu, bu kadar derin ve uçsuz bucaksız mecrada google'a bir gireyim de cumhuriyet neymiş, demokrasi neymiş, laiklik neymiş, İslamiyet neymiş, başkanlık sistemi neymiş, parlamenter sistem neymiş, Atatürk ne yapmış, Türkiye tarihinde neler olmuş, Osmanlı tarihi, Selçuklu tarihi, Orta Asya Türk tarihi... Veya Ergenekon iddianamesi ne diyor, trendlerdeki haberin içeriği ne ..v.s. bi araştırayım demezler. Ama senenin moda renklerini, televizyon dizilerinin gününü-saatini, tüm oyuncuların özel hayatlarını, yeni çıkan video klipleri falan ilk bilenler de, her şeye ilk yorum yapanlar da onlardır.

Bu bahsettiğim sosyal paylaşım klavyeşörleri, Facebook'ta da boş durmazlar, benzer katliamları çeşitli paylaşım yollarıyla orada da yaparlar ama neyse ki orası biraz daha farklıdır ve daha fazla bireylerin kontrolündedir; herkesin yazdığı, paylaştığı görülmemektedir. Şimdi diyebilirsiniz, twitter'da da sadece takip edilen kişilerin yazdıkları ekran akışında görülür, orası da bireylerin kontrolündedir.. Evet, büyük oranda öyle ama üstünde durduğumuz nokta, doğru kullanılırsa aslında bir nimet olan ortak paylaşım alanları ve buralardaki bilgi kirliliği, cehalet, bilinçsiz ahkam kesmelerdir.

Sözün sonu; "sosyal paylaşım sitelerine giriş sınavı" yapılsa, üstüne tartışılan konular hakkında bir şeyler öğrenilmeden, bilgi sahibi olunmadan yorum yapılamasa nasıl olurdu?


27 Mayıs 2011 Cuma

27 Mayıs'ın Hayatıma Etkisi

10 yaşındaydım ilk siyasi kitabımı okuduğumda.



Evin kitaplığını karıştırıyordum... Çok severdim kitaplığı karıştırmayı, çok güzel hikaye kitapları bulurdum hep. Bazen de dosyaların içinde annemin çizdiği resimleri, dayımın şiir defterlerini, teyzemin hatıra defterlerini...

Ancak sandalyenin üzerine çıkıp da erişebildiğim en üst rafta; eski, saman kağıdı yapraklı, resimleri siyah-beyaz olan mecmualar ve kitaplar vardı. Benim okuduğum kitaplar gibi renkli, cıvıl cıvıl kapakları yoktu; donuktular, soğuktular, hatta bir çocuk için son derece iticiydiler.

Mavi kapaklı kitabın üzerinde 27 Mayıs yazıyordu. Çok eskimesin diye naylonla kaplanmıştı kapağı. Benim özenli annem, ileride benim de okuyacağım eski kitapları hep naylonla kaplardı; sağlam kalsınlar diye. Ardından, yanında birkaç tane daha üzerinde 27 Mayıs yazan kitap gördüm. Merak etmiştim; neydi 27 Mayıs, ne olmuştu o tarihte.. Sonra, o ilk gördüğüm, üzerinde 27 Mayıs yazan mavi kapaklı kitabı alıp, sandalyeden aşağı indim. Karıştırmaya başladım kitabı... 70'li yıllarda, yani yaklaşık 20 yıl önce basılmış bir kitaptı. Kitapta çok az resim vardı ve çok karmaşık görünüyordu. Anlamak zordu; bilmediğim o kadar çok kelime vardı ki.. Aralardan seçip seçip bazı sayfaları okudum, okudukça daha çok merak ediyordum.. Ara sıra gözlerimden yaşlar süzülüyordu, ilk defa yüzleşiyordum bu yaşananlarla.. Bazı devlet büyükleri idam edilmişti, ama bu iyi bir şey miydi yoksa kötü mü çok fazla emin olamamıştım. Bir süre sonra kitaplığa geri döndüm, sandalyeye çıktım ve en üst rafı tekrar karıştırmaya başladım. Daha basit ve kısa anlatan bir şeyler bulmak istiyordum ve bir dosya içine istiflenmiş Hayat Mecmualarını buldum. Birsürü resim vardı sayfalarında, yazı daha azdı. 60'lı yılların başına aitti dergiler. İhtilalden, mahkemelerden ve idamlardan bahsediyordu. Kafam karışıktı...

Akşam anneme 27 Mayıs'ta neler yaşandığını, ihtilalin ne olduğunu sordum, biraz da onu dinledim. O da duygulanmıştı ama kısa, yüzeysel ve yorumsuz anlatmaya çalıştı. Böyle konuları biraz daha büyüyünce okumam gerektiğini söyledi bana. Haklıydı belki, fazla karışıktı her şey, iyiyle kötüyü ayırt etmek zordu. Devletimi seviyordum; benim devletim kötü şeyler yapmazdı. Askerimi de çok seviyordum; benim askerim de kötü şeyler yapmazdı. Ama kötülükler bile yapsa bir insanın ölümüne, öldürülmesine iyi demek nasıl mümkün olabilirdi ki.. Bunlara büyüyünce karar veririm dedim. Sonra uyudum...

O gece rüyamda bir stadyumdaydım, sanırım tören gibi bir şey vardı ve ben tribünde oturuyordum. Yanımda televizyonlardan tanıdığım tüm siyasetçiler vardı: cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar.. Onlarla birlikteydim. Rüya beni çok etkilemişti. Okuduklarımdan etkilendiğim için mi o rüyayı görmüştüm; yoksa geleceğime dair bir ipucu muydu bilmiyorum. Ama o günden sonra hikaye kitaplarını okumayı bıraktım. Tarih ve siyaset kitaplarının dizili olduğu en üst raftan seçiyordum artık kitaplarımı... Ülkemi ve ülkem insanlarını ilgilendiren konulara; geçmişte yaşanmış, bugün yaşanan olaylara ve geleceğe duyarsız kalamayacağımı o günden sonra anlamıştım.

27 Mayıs, öyleydi ya da böyleydi.. Gerçek şu ki; 10 yaşımda okuduğum 27 Mayıs kitabı nasıl ki benim hayatımın gidişatını ve ideallerimi etkileyip, şekillendirdiyse; Türkiye'nin de kaderini ve geleceğini etkileyip şekillendirdi. O gün onlar yaşanmasaydı, o insanlar idam edilmeseydi şimdi muhtemelen bambaşka bir Türkiye'de yaşıyor olacaktık. Ve muhtemelen 12 Mart ile 12 Eylül de yaşanmayacaktı. Bugünlerin sorumlusu o günlerdir.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Sevdiğim İnsan Tipleri - 1

Hoşgörülü insanları severim ben. Karşısındaki onun gibi düşünmese de, onun gibi yaşamasa da; farklılıklara tahammül edebilen ve saygı gösterebilen insanları severim.

Önyargısız yaklaşan insanları severim ben. İlk edindiği izlenimle karşısındakini kendi zihninde oluşturduğu bir kalıba oturtup, yargısız infaz etmeyen; dinlemeye ve anlamaya çalışan insanları severim.

Duyarlı insanları severim ben. Çevresinde olup bitenlerden bihaber olmayan; gören, takip eden ve gerektiğinde gerekli müdahaleyi yapabilen insanları severim.

Açık fikirli insanları severim ben. Sabit bir fikre, tek bir tarza takılıp kalmamış; zenginliğin farklı fikir ve bakış açılarıyla kazanıldığını bilen insanları severim.

Özgün insanları severim ben. Daha önce başkaları tarafından çizilmiş bir çerçeveye kendini oturtmayan, başkalarının belirlediği kalıplara sığmayan; tüm fikirleri irdeleyip, kendi süzgecinden geçirebilen, kendi çizgisini yaratabilen insanları severim.

Olumlu insanları severim ben. Yaşadıklarını, gördüklerini hemen kötüye yormayan, komplolar üretmeyen; gerçekten ne olduğunu ve ne gibi iyi sonuçlar getirebileceğini bulmaya çalışan insanları severim.

Hayatın amacına mutluluğu koyan insanları severim ben. Başka insanların mahvoluşuna neden olacak bencil duyguları yaşama amacı olarak benimsemeyen; varlığının huzurunun hepbirlikte mutlu olmakla mümkün olduğunu bilen, mutluluğunu paylaşan, başkalarını mutlu eden, onların mutluluğuyla da mutlu olabilen insanları severim.

Ufku geniş insanları severim ben. Birtakım düşünce ve değerlere körü körüne bağlanmayan; yeni fikirlere de açık olan, okuyan, araştıran, düşünen, tartışan insanları severim.

Öz değerlerine ve miraslarına sahip çıkan insanları severim ben. Benliğini, kimliğini, varlığını borçlu olduğu değerlere nankörlük yapmayan; sahip çıkan, koruyan, kollayan insanları severim.

Umut dolu insanları severim ben. Hayatını karamsarlıklara teslim etmeyen; her yeni günün yeni bir şeyler getireceğine inanarak çabalayan, çalışan insanların severim.

Kendisine değer veren insanları severim ben. Ruhen ve bedenen kendisine kötü davranmayan; varlığının önemini kavrayabilen, aynı zamanda başkalarından da değer görebilmenin önce kendine değer vermekle mümkün olduğunu bilen insanları severim.

Akıllı insanları severim ben. Kurnazlık yapmaya ihtiyaç duymayan; aklını kullanan, bilgisini, görgüsünü, ahlakını sürekli geliştiren insanları severim.

Derinliği olan insanları severim ben. Yüzeysel bir kaç edinimle ömrünü tüketmeyen; saatlerce sohbet edilebilecek, farklı farklı konularda tartışılabilecek, çok yönlü ve içi zengin insanları severim.

(Devam edecek...)